20 Kasım 2007 Salı

Adak Etinden Kimler Yiyemez?

Sual: Adak etinden kimler yiyemez?
CEVAP
Fakir veya zengin, adakta bulunursa, adak hayvanın etinden yiyemez ve zekat verilmesi caiz olmayan anasına, babasına, dedesine, evladına, torununa, kocasına veya karısına, fakir olsalar da, yediremez. Yerse veya bunlara yedirirse, yenilen etin kıymetini, fakirlere sadaka verir. Yeniden hayvan kesmek gerekmez. Akrabasından ve evinde bulunanlardan, zekatını vermesi caiz olan büyük, küçük herkes yiyebilir. Kardeş, kayınvalide, kayınpeder, gelin, üvey anne, üvey baba, üvey evlat, süt anne, süt baba ve süt kardeş de yiyebilir. Bunların içinde zengin olanlar yiyemez. Yerlerse, adak sahibi, bunların yediklerinin kıymetini fakirlere verir. (Hindiyye)

Sual: Fakir hanım, aldığı adak etini zengin kocasına yedirebilir mi?
CEVAP
Evet yedirebilir. Çünkü kendi mülkü olmuştur. Başka zenginlere de verebilir.

Sual: Adak etini alan fakir, zengin misafirine adak etinden verebilir mi?
CEVAP
Evet, verebilir.

Sual: Adak etini dağıtmak için vekil olan fakir, bu etten yiyebilir mi?
CEVAP
Yiyebilir.

Sual: (İşe girersem koyun kesip eş dostla yerim demek) adak olur mu?
CEVAP
Adak olur. Etten kendisi, hanımı, çocukları, ana-babası ve zengin olan eş dost yiyemez.

Sual: Bir arkadaşa adağımı kesmek ve etini bildirdiği fakirlere vermek üzere vekil ettim. O da başka fakirlere vermiş. Bir mahzuru olur mu?
CEVAP
Vekil adağı hangi fakire verirse versin sahih olur. Zekat böyle değildir. Zekatı zenginin bildirdiği fakirlere vermek gerekir. Eğer başka fakirlere verdikten sonra zengine durum bildirilir, o da kabul ederse, bir kavle göre bu da caiz olur.

Sual: Adak hayvanının etini bir fakire verdikten sonra, fakir, bu etten zenginlere ve adak sahibine verebilir mi?
CEVAP
Mal kendisinindir. İstediğine verebilir.

İncittiğiniz İnsanın Bedduasından Korkun!

Efendimiz (sallahu aleyhi vessellem) Hazretleri redde uğramayacak üç duadan söz eder. Bu üç duayı da şöyle sıralar:

1- Ana babanın çocukları hakkındaki duaları.

2- Misafirin ev sahibi hakkındaki duası.

3- Mazlumun zalim hakkındaki duası.

İşte bu üç duaya ehemmiyet vermeli, bu duaların bedduaya dönüşmemesine dikkat etmelidir. Aksi halde redde uğramayan bu üç dua, eninde sonunda bir sebeple kabul olur. Hem de kitapların tarifine göre namludan çıkan kurşun gibi hedefini bulur, muhatabını vurur.

Özellikle yapılan zulmün, haksızlığın, kırıcı ve incitici baskı ve dayatmaların sonunda kırık gönülle mazlumun yaptığı bedduasından korkulmalıdır.

Çünkü kırık gönüllü mazlumun duasının arşa kadar yükselip Rabb’imizin manevi huzuruna engelsiz ulaştığı hadislerle de hatırlatılmıştır.

İrşat kitapları mazlumun kırık gönülle yaptığı beddualardan örnekler verir, ibret almamız için ikazlarda bulunur. İsterseniz böyle ibret alınacak bir kırık gönüllü mazlum duasından örnek vereyim sizlere.

Horasan’ın meşhur valisi Abdullah bin Tahir, muhterem ve mübarek bir idarecidir. Ancak yönetime geçince ister istemez hatalar da yapar, zulüm de işler. Nitekim bir gece mahallede rahatsızlık verip şikâyetlere sebep olan bazı başıboş kimseleri toparlayıp valinin huzuruna çıkarmak üzere önlerine katarak götüren bekçiler, bir ara bir suçlunun sokaklardan birine dalarak kaçtığını görürler. Peşine düşen bekçiler sokakta önlerinde yürüyen Heratlı masum bir demirciyi, kaçan sendin, diyerek yakalayıp suçlular arasında valinin huzuruna çıkarırlar. Geceleri halkı rahatsız eden bu suçlulara olan kızgınlığı sebebiyle ayırım yapmadan, soruşturma gereği duymadan emir veren Abdullah bin Tahir:

- Bunların hepsini de atın zindana. Akılları başlarına gelinceye kadar kalsınlar orada!. Geceleri halkı rahatsız edip de şikâyetlere sebep olmak neymiş anlasınlar, der.

Böylece akşam geç vakte kadar çoluk çocuk rızkı için çalışmaktan yorularak evine dönmekte olan Heratlı demirci de suçlular arasında zindanı boylamaktan kurtulamaz. Üzerine kapatılan zindan kapısının arkasından kırık gönülle yaptığı bedduası ise şundan ibaret olur:

- Rabb’im, der. Beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde uyutma. Sabahlara kadar onlar da uyuyamasınlar yataklarında!.

O sıralarda evinde yatağına uzanan vali ise, daha gözlerine uyku girer girmez müthiş bir sarsıntı ile uyanır. Hemen fırlar yatağından, bakar ki deprem filan yok. Şükürler olsun rüyaymış, diyerek tekrar uzanır yatağına. Ne var ki yine gözünü kapar kapamaz aynı sarsıntı başlar. Yine fırlayıp sağa sola bakar.. Derken sabahlara kadar mazlum demirci zindanda nasıl uyumazsa zalim vali de evindeki yumuşak yatağında öyle uyuyamaz...

İnsaflı vali, sabah olunca, “Bunda bir hikmet olabilir, birine bir zulüm mü yaptım acaba?!”, diyerek hapishane müdürünü çağırtıp sorar.

- Bu gece sabaha kadar uyuyamadım. Bir mazlumun bedduasını mı aldım acaba, der. Müdür Bey kendisinin de işittiği bir mahpusun duasını anlatır.

- Rabbim beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde yumuşak yataklarında uyutma, diye dua eden bir demirci vardı hapishanede..

- Hemen o demirciyi getirin buraya, der.

Vali, huzuruna getirttiği demircinin suçsuzluğunu öğrenince özür dileyerek serbest bırakırken tembihini de şöyle yapar:

- Başına böyle bir iş gelirse hemen beni ara!.

Demirci cevabını beklemeden verir:

- Seni neden arayayım? Bana zulmeden sen değil misin? Ben seni değil, beni senin zulmünden kurtaranı arar, müracaatımı yine O’na yaparım. Zira O (celle celaluhu), senin evini sabahlara kadar başına yıkacak halde sallamasaydı sen yine beni aramayacak, zulmünü sürdürmekten geri kalmayacaktın.

Mazlum demirci çıkıp giderken, insaflı valinin gözyaşlarını tutamadığı görülür.

12 Kasım 2007 Pazartesi

Aksırmak Ve Esnemek

Aksırmak ve esnemek sağlıklı her insanda olan fiziksel bir hadisedir. Bilim çevrelerinde aksırma ile esnemenin mahiyetleri, sebepleri, bulaşıcı olup olmadıkları hakkında değişik yazılar yayınlanıyor. Bu konuda "din ne diyor?" diye hiç düşündünüz mü? İsterseniz şimdi gelin hem bilimin, hem de dinin verilerini ortaya koyarak aksırma ve esneme hakkında bir değerlendirmede bulunalım.

Önce konuyla alakalı Efendimiz'in şu hadisini bir okuyalım: Allah (c.c.), aksırmayı sever, fakat esnemeyi sevmez. Bir kimse aksırıp "Elhamdülillâh" derse, bunu işiten Müslümanların, "yerhamükellah" diye karşılık vermesi gerekir. Esneme ise, şeytandandır. Bunun için, esneme ihtiyacı duyan kişi mümkün olduğu kadar buna mani olsun. Çünkü biriniz esnediği zaman şeytan ona güler." (Buhâri, Edeb, 165, 166; Müslim, Zühd, 54; Tirmizî, Edeb, 1, 4; Nesaî, Cenâiz, 52)
Aksırmayı bilim adamları şöyle tarif ediyor: "Aksırma burun zarının ve nefes verme kaslarının sarsıntılı bir hareketiyle havayı bir anda ağızdan ve burundan dışarı atma ameliyesidir." Aksırma esnasında insan ister istemez kendini kasar. Bu sırada normalden fazla miktarda kan beyne hücum edip beyin için yeterli oksijen ve glikozu temin edecektir. Aynı zamanda burundaki zararlı şeyler aksırmayla dışarı atıldığı için de vücutta bir rahatlama ve ferahlama meydana gelecektir. İşte bu yüzden Efendimiz, hadiste hapşıran kişinin bu nimete şükür sadedinde "elhamdülillah" demesini istiyor. Hadisten anlaşıldığına göre aksıran kişinin "elhamdülillah" demesi sünnettir. Aksırdıktan sonra "elhamdülillah" diyen kişinin yanında bulunanların "yerhamükellah", yani "Allah sana rahmetiyle muamele etsin" demesi gerekir. Bunun karşılığında ise aksıran kişinin "yehdînâ ve yehdîkumullah, (veya yehdikümüllahü ve yüslihu beleküm) Allah bizi ve sizi doğru yola iletsin" veya "yağfirullahu lenâ ve leküm, Allah bizi de sizi de bağışlasın" demesi sünnettir. (Ebu Davud, Edeb, 90)
Sizden biriniz gegireceği veya aksıracağı zaman her ikisinde de sesini yükseltmesin... Ses çıkararak Hapşuuuuu diyerek aksırmak islam edebine aykırıdır...

Esnemeyi ise bilim adamları, can sıkıntısı, uyku başlangıcı, anksiyete, (sinirlilik, asabi olma hali) ve uykusuzluk gibi nedenlere bağlıyor. Esneme vücutta, hem zihnen hem de bedenen bir tembellik, uyuşukluk, gevşeklik ve dikkatsizlik meydana getiriyor. Yani hadisteki ifadesiyle beden şeytanın devreye girmesine hazır hale geliyor ve şeytanın görevini yapması kolaylaşıyor.

Tabii insanın böyle gaflet içinde olması ise şeytanı sevindiriyor. Bu sebeple esneme emaresi belirdiğinde insan, kendisini sıkmalı, esnemeyi önlemeye çalışmalı, bütün bunlara rağmen esnemeden kurtulamazsa, esneme halinde ağzını sol elinin tersiyle veya başka bir şeyle kapatması gerekir. Ayrıca elini yüzünü yıkayarak veya abdest alarak, yorgunsa dinlenerek bir an önce bu gaflet halinden kurtulmaya çalışmalıdır. Bu sayılan şeyler, İslâmî edebin gereğidir.

Allah'a Baba Demek

Dinimizde Allah'a baba demek (haşa) en büyük günahtır. Baba denilince birde anası olması gerekir.Baba;karısı olupta çocuk doğurtan kişiye veya hayvana denir. Bu anlamda Yaratan'a BABA demek küfür demektir.Türkcede insanın gerçek babası olmayan kişilere de BABA denilmektedir.Onlarda Baba dır fakat başkaların babalarıdır.Kişi kendi babasına olan saygıyı onlarada göstermek gayesi ile mexcazi anlamda onlara da baba denmektedir.Allah'ın bu gibi sıfatları bulunmadığındanO'na Baba demek iftira ve yalandır.Dikkıat ediniz.Hristiyan alemi,Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu demektedir.(haşa) Hz.İsa,Allah'ın oğlu olunca,Allah'a da baba demeye başladılar.(haşa)Oğul bulununca, bir baba baba bulununca da bir oğul olması birbirini gerektirir.Meryem' e İsa'nın anası derler.Ancak H.z.İsa Allah'ın oğlu ise;İsa'nın anası Allah'ın karısımıdır? (haşa) İşte hristiyan alemi buna bir cevap bulması gerekir. Şimdi Kur'an ayetleri bu konuda ne diyor bakalım.Meryem süresi ayet88-93 ''Pek merhametli olanAllah'ın oğlu olduğu kötü sözü demelerinden dolayı az kaldı,gökler paramparça olacak,yeryüzü yarılacak ve dağlarda çökecekti. Allah'ın oğlu olmaz,göklerde ve yerde her şey O'nun mülkü ve her kes de O'nun kuludur.'' İsra süresi 111. ayet:''Allah çocuk edinmemiş ve hükümdarlığında ortağı yoktur.''Cin süresi ayet3:''Rabbimizin yüceliği her yücelikten üstündür.O, karıda çocukta edinmemiştir.''İhlas süresi 1-4. ayetler:''Allah bir tektir, doğurmadı,ve doğmadı.Hiç bir şey O'na denk değildir.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Kıyamet Alametleri

(Eşrâtu's-Saa), âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler. Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.

Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir (el-A'raf, 7/187; Lokmun 31/34; el-Ahzab, 33/63). Buna karşılık yaklaştığını (el-Zümer, 54/1), yakın olduğunu (en-Nahl, 16/77), ansızın geleceğini (el-A'raf, 7/187) bildirir. Kıyâmet alametlerinin belirdiğini (Muhammed, 47/18) ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, "Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak" (el-Kamer, 54/1) âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır.

Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alametleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dini duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları (Buhârî, Fiten, 25; bk. Tecrid-i Sarih Terc; 1/58).

b) İnsanların ölümü temenni etmeleri (Buharî, Fifen, 25; Müslim, Fiten, 53-54)

c) Câriyenin efendisini doğurması (Müslim, İmân, 1).

d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42).

e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması (Müslim, Filen, 29-31).

f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması (Buhârı, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 17).

g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması (Buhârî, Fiten, 4).

h) Depremlerin çoğalması (Buhârî, Fiten, 25).

ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (Buhârî, Fiten, 25).

i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi (Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18).

j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten, 79-82).

k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335).

l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi Buhârî, Fiten, 23).

Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu'l-Gifarı (r.a)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de "Kıyâmet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik. Hazreti Peygamber" Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccâl'i, dumanı(duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi" (Müslim, Fiten, 39).

Kıyâmetin bu on büyük alameti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:

1. Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir (Buhârı, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112).

2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden biridir (Müslim, Fiten, 39). Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.

3. Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur'an-ı Kerim'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir" (Müslim, Fiten, 118) buyurmuştur.

4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten, 118).

5. Hazreti İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i öldürecek, Hazreti Peygamber (s.a.s)'in şerîati ile hükmedecektir (Buhârî, Büyû, 102; Müslim, İmân, 242-247).

6. Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak" (el-Kehf, 18/94) olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288). Hz. ZülKarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak (el-Enbiya, 21/96) açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bazı rivayetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir (Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., IV, 3291, 3374; Buhârı, Enbiyâ, 7; Müslim, Fiten, 1,2).

7.8.9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Müslim, Fiten, 39).

10. Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi (Müslim, Fiten, 39).

Ebu Davud ve Tirmizi'nin Sünen'lerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Sünen-i Tirmizî, IV, s.1-93: Sünen-i Ebu Davud, N. Şr. M.Abdul Hamid IV, 100, 106).

Hz. Peygamber (s.a.s), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır (Buhari, Fiten, 5; Müslim, imare, 53).

DABBETU'L-ARZ

Abdullah İbnu Büreyde radıyallahu anhüma babası (Büreyde)'den naklediyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm beni, Mekke'ye yakın badiyedeki bir yere götürdü. Burası kuru bir yerdi, etrafı da kumdu. Resülullah aleyhissalâtu vesselâm: "Dâbbetu'l-arz bu yerden çıkacak" buyurdu. İşaret edilen yerin eni ve boyu birer karıştı."

İbnu Büreyde dedi ki: "Bundan yıllar sonra haccettim. Babam (o sahanın en ve boy uzunluğunda bir asasını bize gösterdi. Baktım ki, o asa benim bu âsam ile şu ve bu kadardır."


SÛR'A ÜFLENMESİ VE NEŞR

Ebu Saîd radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

"Sûr'un sahibi (İsrafil aleyhisselâm), sûr denen sorusunu ağzına dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim?" buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti:

"Peki biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah'ın Resûlü?" diye sordular. Onlara: "Hasbünallah ve ni'mel-vekil (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!), Allah'a tevekkül ettik. -belki de "tevekkülümüz Allah'adır!" demişti- deyiniz!" diye emir buyurdular."

Tirmizi, Kıyamet 9, (2433).

İbnu Amr İbni'l-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a Sûr'dan sorulmuştu:

"Bu, içine üflenen bir boynuzdur!" diye cevap verdi."

Ebu Davud, Sünnet 24, (4742); Tirmizi, Kıyamet 9, (2432).

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:

"İki sûr arasında kırk vardır!" buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:

"Ey Ebu Hureyre! Kırk gün mü?" diye sordular. Fakat o: "Birşey diyemem!" cevabını verdi. Tekrar: "Kırk ay mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi. "Kırk yıl mı?" dediler. O yine: "Bir şey diyemem!" cevabını verdi ve (Resûlullah'ın hadisine devam etti:)

"Sonra allah semâdan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hâriç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu'z-zeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkîb edilecektir."

Buhari, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenâiz 48, (1, 239);

Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesai, Cenâiz 117, (4, 111).

Ka'b İbnu Mâlik radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Mü'minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir."

Muvatta, Cenaiz 49, (1, 240); Nesai, Cenaiz 117, (4, 108); İbnu Mace, Zühd 32, (4271).

Ebu Rezin el-Ukayli radıyallahu anh anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü dedim, Allah, mahlûkatı nasıl iade eder, (yeniden diriltir)? Bunun dünyadaki örneği nedir?"

"Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü münbit mevsimde uğramadın mı?"

Ben "Elbette!" deyince:

"İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah'ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!" buyurdular."

Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde biraz farklı lafızlarla rivayet etilmiştir (4, 11).

İbnu Abbâs radıyallahu anhüma "Fe iza nûgirâ finnâgûri" "O boru öttürülünce" (Müddessir 8) ayeti ile ilgili olarak dedi ki: "Bu, sûr'dur. Surede geçen râcife, birinci nefha (üfleme), râdife de ikinci nefhadır."

Buhari, Rikâk 43 (muallak olarak).

Ebu Saîd radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün bize) Sâhib-i Sûr'u (İsrafili) zikretti ve dedi ki:

"Sağında Cibril, solunda da Mikâil aleyhimusselâm var."

Rezin tahric etmiştir. Ebu Davud, Hurûf ve'l-kırâ'at 1, (3999).


MEHDİ'NİN ÇIKMASI

İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Biz, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında iken Beni Hâşim'den bir grub genç geldi. Resülullah aleyhissalâtu vesselâm onları görünce, gözleri yaşla doldu ve rengi değişti. Ben: "(Ey Allah'ın Resülü!) Şimdiye kadar, mübarek yüzünüzde hoşumuza gitmeyen bir manzara hiç görmemiştik, (şimdi ne oldu da bizi üzen bir ifade ile karşılaşıyoruz?)" dedim. Şu cevabı verdiler:

"Biz öyle bir Ehl-i Beytiz ki, Allah bizim için dünyaya mukabil ahireti tercih etmiştir. Benim Ehl-i Beytim benden sonra bela, kaçırılma ve sürgüne maruz kalacak. Nihayet, meşrık (doğu) tarafından beraberlerinde siyah bayraklar olan bir kavim gelecek. Bunlar hayır (saltanat) isteyecekler, fakat istekleri yerine getirilmeyecek. Bunun üzerine onlar savaşacak. Allah onlara yardım edecek. Bundan sonra istedikleri (hükümdarlık) kendilerine verilecek. Ne var ki, onlar bunu kabul etmeyip emirliği Ehl-i Beytim'den bir adama tevdi edecekler. Bu (Emîr) de, insanlar yeryüzünü daha önce zulüm ile doldurdukları gibi, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Artık sizden kim o güne yetişirse kar üstünde emeklemek suretiyle de olsa onlara varsın (katılsın)" buyurdu."

Sevbân radıyallahu anh anlatıyor: "Reslülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Sizin hazinenizin yanında üç kişi kavga edecek: Üçü de bir halifenin evladıdır. (Halifelik) bunların hiçbirine nasip olmayacaktır. Sonra meşrık (doğu) cihetinden siyah bayraklar (taşıyan bir ordu) zuhur edecek, hiçbir kavmin öldürmediği şekilde sizi öldürecek."

Ravi der ki: "Sonra (Aleyhissalâtu vesselam) ezberde tutamadığım bir şey daha söyledi. Son olarak da: "Onları görünce onlara derhal biat edin, kar üzerinde emekleyerek de olsa!" buyurdular. Çünkü o, Allah'ın halifesidir, Mehdidir."

Hz. Ali anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mehdi bizden, ehl-i Beyt'imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder (yani tevbesini kabul eder, hizmetini yapacak hale getirir. Doğruyu ilham eder ve muvaffak kılar)".

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: "Biz Abdulmuttalib'in oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdi."

Abdullah İbnu'l Haris İbni Cez'iz-Zübeydi radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm (bir gün): "Doğudan birtakım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak" buyurdular. O Mehdi'nin hakimiyetini kastediyor."


YALANCILARIN ZUHÛRU

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Otuz kadar yalancı Deccaller çıkmadıkça Kıyamet kopmaz. Bunlardan her biri Allah'ın elçisi olduğunu zanneder."

Tirmizi, Fiten 43, (2219); Ebu Dâvud, Melâhim 16, (4333, 4334, 4335).

PEYGAMBER EFENDİMİZİN SOY AĞACI

22 Ekim 2007 Pazartesi

SESLİ TÜRKÇE KUR'AN MEALİ

Fatiha Suresi ve Türkçe Meali


Hümeze Suresi ve Türkçe Meali


Tekvir Suresi Türkçe Meali


Bakara Suresi Türkçe Meali Bölüm 1


Bakara Suresi Türkçe Meal Bölüm 3


Bakara Suresi Türkçe Meal Bölüm 4


Bakara Suresi Türkçe Meal Bölüm 5


Bakara Suresi Türkçe Meal Bölüm 8


Bakara Suresi Türkçe Meal Bölüm 9


Bakara Suresi Türkçe Meal Bölüm 10


Lokman Suresi (Medine İmamından)


Haşr Suresi


Hasr Suresi Meali


Insan Suresi Meali


Nuh Suresi Meali


Duhan Suresi Meali


Vakia Suresi Meali


Ahkaf Suresi Meali


Kaf Suresi Meali


Cin Suresi Meali


Muhammed Suresi Meali


Mücadile Suresi Meali


Muhtehine Suresi Meali


Fetih Suresi Meali


Necm Suresi Meali


Kamer Suresi Meali


Casiye Suresi Meali



Tur Suresi Meali


Tegabun Suresi Meali


Hucurat Suresi Meali


Hadid Suresi Meali


Mülk Suresi Meali


Secde Suresi Meali


Zariyat Suresi Meali


Kalem Suresi Meali


Fil Suresi Meali


Maun Suresi Meali


Tahrim Suresi Meali


Alak Suresi Meali


Cuma Suresi Meali


Ihlas Suresi Meali


Kiyamet Suresi Meali


Hakka Suresi Meali


Gaşiye Suresi Meali


Nebe Suresi Meali


Münafikun Suresi Meali


Müzzemmil Suresi Meali


Mearic Suresi Meali


Buruc Suresi Meali


Mutaffifin Suresi Meali


Tarik Suresi Meali


Leyl Suresi Meali


Beled Suresi Meali


Duha Suresi Meali


Sems Suresi Meali


Abase Suresi Meali


Zilzal Suresi Meali


Adiyat Suresi Meali


Kureyş Suresi Meali


Kevser Suresi Meali



11 Eylül 2007 Salı

Kimler Oruç Tutmayabilir?

Hiçbir özürü yokken oruç tutmamak veya başladığı orucu bozmak günahtır. Hem de kaza ve (eğer başladığı Ramazan orucunu kasden bozmuşsa) keffaret olarak cezası vardır.

Bâzı hallerde ise, oruç tutmamak veya başlanmış orucu bozmak şer'an câiz hâle gelir. Bu haller, şunlardır:

1 - Hastalık: Oruç tuttuğu takdirde hastalığının şiddetlenmesinden veya çok sürmesinden korkan kimsenin sonradan kazâ etmek üzere oruç tutmaması veya başladığı orucu bozması câizdir.

2 - Yolculuk: Ramazanda yolculuğa çıkanların oruç tutmayıp sonraya bırakmaları câizdir. Ancak yolda meşakkate, bedenî bir halsizlik ve rahatsızlığa mâruz kalmak söz konusu değilse, oruç tutmak, tutmamaktan efdal ve hayırlı görülmüştür.

3 - İkrâh (Tehdit ve Zorlama): Orucunu bozmadığı takdirde dövülmek veya yaralanmak veyahut öldürülmekle tehdit edilen bir kimse de oruç tutmayabilir.

4 - Gebelik ve emziklilik: Oruç tuttuğu takdirde kendisine yahut çocuğuna bir zarar geleceğinden korkan hâmile veya emzikli kadın, oruç tutmayıp sonradan kazâ eder. Emzirdiği çocuğun başkasının çocuğu olması hükmü değiştirmez.

5 - Şiddetli açlık ve susuzluk: Açlık ve susuzluktan dolayı helâk olacağından veya aklî muvazenesinin bozulacağından korkan kimse orucunu bozabilir.

6 - Düşkünlük derecesinde ihtiyarlık: Böyle kimselerin de oruç tutmaması câizdir. Böyleler oruç tutmayacakları gibi, kazâ da edemeyeceklerinden fidye verirler.

7 - Hayız - nifas hâli: Bu hallerde oruç tutulması haramdır.

* Nâfile oruç tutanlar için, ziyafete dâvet edilmek bir özürdür. Böyle bir kimse, hane sahibinin ısrarı üzerine orucunu bozabilir.

Oruçlu Olmadığı Halde, Oruçlu Gibi Davranması Gereken Kimseler:

* İmsâk vaktinden sonra yolculuğu biten bir yolcunun da günün geri kalan kısmında oruçlu gibi davranması, yani, yemeden içmeden ve ailevî münasebetten kaçınması gerekir.

* Gündüz iyileşen hasta için de hüküm aynıdır. O da oruçlu gibi davranmalıdır. Böyle hareket etmek, bir görüşe göre vâcib, diğer bir görüşe göre de müstehabtır.

* Yolcu, hasta, hayızlı ve lohusa olanlar, kendilerini oruçlu gibi göstermek zorunda değildirler. Yeyip içebilirler. Ancak kendilerinin mâzeretini bilmeyen halkın su'-i zannına sebeb olmak ihtimaline karşı, bunu alenen yapmaktan kaçınmak, gizlice yeyip içmek âdâba daha uygundur

Orucun,İlahi Nimetlerin Şükrüne Bakan Faydası

Ramazan orucunun, dünyevî ve uhrevî, ferdî ve içtimaî pek çok faydaları vardır. Biz burada bu faydalardan sadece mühim birkaçına işaret edeceğiz:

Orucun, İlâhî Nimetlerin Şükrüne Bakan Faydası:

Cenâb-ı Hak, yeryüzünde insanların istifadesine sunmuş olduğu hesapsız nimetleri için, fiyat ve karşılık olarak, onlardan sadece şükür istemektedir. Şükür ise, bütün nimetleri Allah'tan bilmek, o nimetlere hakikî ihtiyacını hissedip kıymetini tam takdir etmekle olur.

İşte Ramazan orucu, hakikî, hâlis, çok büyük ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Zira başka vakitler çok kişi, hakikî açlık duymadığı için, pek çok nimetlerin kıymetini takdir edemez. O nimetlere ne derece ihtiyacı olduğunu hakkıyla hissedip bilemez. Halbuki iftar vaktinde hakikî açlığın verdiği iştahla, kuru bir ekmeğin bile ne kadar kıymetli bir nimet olduğu yakînen hissedilir. En zengininden en fakîrine kadar her mü'min, nimetlere ihtiyacını hissedip değerini anlamakta mânen bir nevi şükre mazhar olur.

Hem oruçlu herkes, yemeden içmeden uzak kalma mecburiyeti cihetiyle, nimetlerin hakiki sâhip ve mâlikini de idrâk eder. Nimeti nimet bilir ve o nimeti vereni düşünür. Bu cihetle de mânen bir nevi şükür vazifesini yerine getirmiş olur.


Orucun İçtimaî Hayata Bakan Faydası

İnsanlar, maişet ve geçim yönünden aynı seviyede yaratılmamış; fakir, zengin, orta halli gibi bâzı sınıflara ayrılmıştır. Cenâb-ı Hak, maişetteki bu farklılık sebebiyle, zenginleri fakirlerin yardımına dâvet etmektedir. Tâ ki zenginle fakir arasında büyük bir yaşayış farkı meydana gelmesin. Fakirler de zenginler gibi insanca bir yaşayışa, zarurî ihtiyaçlarını te'min edebileceği normal bir hayat seviyesine kavuşsun...

Cem'iyette sınıflar arasında gerçek bir yardımlaşma ve dayanışmanın te'sis edilmesi büyük bir zarurettir. Aksi takdirde fakirlerde zengine karşı kin ve hased, zenginlerde ise fakire karşı küçümseme ve hakkını gasbetme duyguları gelişir ki, bunun sonucu olarak da toplumun huzur ve saadeti kaybolur, âsâyiş ve iç güvenliği tehlikeye düşer. Demek ki huzurlu bir cem'iyet yapısına kavuşmak için, sınıflar arasındaki uçurumların doldurulması, zenginle fakir arasında tam bir yardımlaşmanın temini ve karşılıklı hürmet, merhamet ve sevgi bağlarının te'sisi şarttır.

Zenginlerin ve imkân sahiplerinin, fakir-fukaranın yardımına koşması ise, ancak onların acınacak hallerini ve açlıklarını, imkânsızlıklarını yakînen bilmeleri, bir nebze olsun yaşamaları ve hissetmeleri ile mümkündür. Bu da en iyi şekilde oruçla gerçekleşir.

Orucun, Nefsin Terbiyesine Bakan Faydası

İnsan nefsi, kendisini hür ve serbest ister, kendisine hiç karışanı olmadan, dilediği tarzda hareket etmeyi fıtrî olarak arzular. Mahiyetindeki âcizlik ve zayıflığı, kusur ve hatâları hiçbir vakit görmeye yanaşmaz. Hadsiz nimetlerle beslenip yaşatıldığını, terbiye olunduğunu asla düşünmek istemez. Üstelik, servet ve iktidarı da varsa, gaflet içinde, ilâhî nimetleri, gâsıbâne ve hırsızcasına hayvan gibi tutar. Âdeta demirden bir vücudu, ölümsüz bir hayatı varmış, gibi bütün varlığıyla dünyaya sarılır, birçok kötü ahlâk ve günahlar içinde yuvarlanıp gider.

İşte Ramazan-ı şerîf'te tutulan oruç, en zengininden en fakirine, en gafilinden en mütemerridine kadar herkese, nefsinin gerçek mahiyetini gösterir. Hiç kimsenin kendi nefsine mâlik olmadığını; Allah'ın izni ve emri olmadan hiçbir şey yapılamayacağını hatırlatır. Oruç sayesinde nefsin ne derece zayıf ve âciz olduğu, demirden sanılan vücudun ise, ne kadar çürük ve dayanıksız bulunduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Nefsinin gerçek mahiyetini bu şekilde görüp idrâk eden insan, artık başıboşluğu, serseriliği, nefsine itimat ve gururu bir tarafa bırakarak hakikî vazifesi olan şükür ve kulluk görevini omuzlarına yüklenip; kötü ahlâktan, günah ve sefahetlerden vazgeçer.

Orucun, Nefsin Fir'avunluk Damarını Kırmasına Bakan Faydası
İnsandaki nefs-i emmâre, Rabbini tanımak, O'nun emirlerine boyun eğmek istemez. Fir'avn gibi, bizzat kendisi rablık ve ilâhlık dâvasında bulunur. Nefsin bu damarını açlıktan başka hiçbir şekilde kırmak mümkün değildir.

İşte Ramazan orucu, doğrudan doğruya nefsin fir'avunluk cephesine darbe vurup kırar; ona za'fını ve fakrını hissettirerek Allah'ın âciz bir kulu olduğunu bildirir.

Rivayete göre, Cenâb-ı Hak nefse:

- Ben kimim, sen kimsin? diye sormuş. Nefis de:

- Ben benim, sen sensin! diye cevab vermiş. Bunun üzerine Allah ona azab vermiş, Cehenneme atmış, sonra yine sormuş:

- Ben kimim, sen kimsin?

Nefsin cevabı aynı olmuş:

- Ben benim, sen sensin!

Hangi azâbı verdiyse, nefis gurur ve enaniyetinden vazgeçmemiş. Nihayet uzun süre aç bırakarak bir nevi oruç tutturmuş, sonra tekrar sormuş:

- Ben kimim, sen kimsin?

Nefis bu sefer şu cevabı vermiş:

- Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, bense senin âciz bir kulun...

Orucun, Kur'ân-ı Kerîm'in Nüzûlüne Bakan Faydası
Oruç ayı olan Ramazan ayı, Kur'ân-ı Hakîmin Resûl-i Ekrem'e (asm) indirilmeye başlandığı mübarek bir aydır. İlâhî vahyin ilk lemeân etmeye, hidâyet nurlarını saçmaya başladığı böyle ulvi ve yüce bir aya, insanların ne çok hürmet etmeleri gerektiği ve bu İlâhî hâtırayı kalb ve gönüllerinde devamlı olarak yaşatmalarının ne derece zaruret olduğu apaçık ortadadır.

İşte, oruç ibâdetinin bu ayda farz kılınmasının bir hikmeti de budur.

Oruç ibâdeti, Kur'ân'ın ruhu ve dâvetiyle, hedef ve gayesiyle ve indirilmesindeki İlâhî hikmetle son derece mütenasibdir. Kur'an bizatihî hidâyet ve nurdur. İnsanları takvâ ve merhamete, adâlet ve eşitliğe, iyi muamele ve muaşerete, doğruluğa, ihlâsa, nefsin hile ve desiselerinden temizlenmeye teşvik eder. Oruç ve onun hikmeti de böyledir. Çünkü oruç da insanları doğruluğa, ihlâsa, iyiliğe, nefis terbiyesine, merhamete yöneltir. Nefsi sabra, güçlük ve meşakkatlere katlanmaya, karşılaşılacak her türlü zorlukları yenmek ve engelleri aşmak için gereken dikkat ve metanete sevk eder.

Kısacası, oruç, Kur'an ayı olan Ramazan ayına en lâyık bir ibâdettir ve Kur'ân-ı Kerîm'in nüzûlünün sene-i devriyesini tes'îd ve ihyâ mahiyetinde büyük bir mânevî festivaldir.

Orucun, İnsanın Uhrevî Kazancına Bakan Faydası
İnsanoğlu bu dünyaya, âhireti için ziraat ve ticaret etmeye gelmiştir. Oruç ayı olan Ramazan-ı Şerîf ise, insanın bu uhrevî ticaret ve ziraati için en bereketli bir zamandır. Çünkü Ramazan-ı şerîf'te işlenen amellerin sevabı bire bindir. Kur'ân-ı Hakîm'in herbir harfinin sevabı, hadîslerin bildirdiğine göre, on hasene iken, Ramazan-ı şerîf'te herbir harfin sevabı on değil bin ve Âyete'l-Kürsî gibi bâzı âyetlerin herbir harfi binler ve Ramazan-ı şerîfin Cumalarında daha fazla olur. Ve Kadir gecesinde de 30 bine kadar çıkar.

Bu bakımdan Ramazan-ı şerîf, âhiret ticareti için, çok kârlı bir pazar; uhrevî hâsılat için gayet bereketli bir zemindir. Cenâb-ı Hakkın Rububiyet saltanatına karşı, beşerî ubudiyetin resmî geçiş yaptığı parlak ve kudsî bir bayram hükmündedir.

Gerçekten de Ramazan-ı şerîf, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde, kısa bir hayatta, bâkî bir ömür ve uzun bir hayatı kazanmaya en büyük vesiledir.

İşte böyle kudsî bir bayram veya kârlı bir pazarda, insanın oruç tutmak suretiyle yemek, içmek gibi süflî meşguliyetlerini, nefsin heves ve zevklerini muvakkaten terk etmesi ne derece lüzumlu, fıtrî, tam yerinde bir vazife olduğunu artık siz düşününüz...

Orucun Beden Sağlığına Bakan Faydaları
Orucun beden sağlığına yaptığı müsbet te'sir ve faydaları şöylece sıralayabiliriz:

* Oruç, sıhhatın anahtarıdır. Bir yıl çeşitli yemeklerle ve içilen meşrubatla yorulan, yıpranan sindirim organlarımıza dinlenme, toparlanma, güç ve kuvvet kazanma imkânları hazırlar. Devamlı çalışan bir makinanın muayyen zamanlarda nasıl bakıma ihtiyacı var ise, bunun gibi yorulan sindirim organlarımızın da hiç olmazsa senede bir ay dinlenmeye ve bakıma ihtiyacı vardır. Bunu da en iyi şekilde oruç ibâdeti yapmaktadır.

* Oruç vücudun açlığa, susuzluğa karşı mukavemetini de arttırır. İnsana dayanıklılık ve tahammül gücü kazandırır.

* Oruç ömrü de uzatır. Çünkü o, sıhhatın devamını ve gençlik çağının uzamasını te'min edebilir. Uzun yaşayan bir hasta, tıp nazarında uzun ömürlü sayılmaz. Uzun ömür, vücûdun dinç ve sağlam kalması demektir.

Oruç, aynı zamanda, çalışan kimseler için sıhhat ve rahatlık kaynağıdır. Çünkü orucun verdiği hafiflik ve rahatlık sâyesinde iç organlarımız yediğimiz günlere nisbetle çok daha rahat çalışırlar. Bu rahat çalışma, bütün bedenimizde bir hafiflik ve zindelik meydana getirir. Ramazan günlerinde kendimizi kuş gibi hafif hissedişimizin sebebi, orucun verdiği bu zindeliktir.

Oruçlu olan kimse, günde iki defa yemek yer: Birisi iftarda, diğeri de sahurda. Bugün modern tıbbın öngördüğü yaşama tarzında da yemek öğünü ikidir. Çünkü ikiden fazla yemek öğünleri, hem bedenimize zarar vermekte, hem de zaman kaybına sebeb olmaktadır. Öğle yemeği te'siriyle vücudumuz kuvvetini ve canlılığını kaybeder, tenbelleşip uyuşur. Böyle bir bedenle işe başladığımızda randıman yarı yarıya düşecektir. Halbuki mide boş iken, beden daima hafif kalır. Çalışmasına aynı âhenkle devam eder.

Aslında, iftar ve sahurda aşırı yemek, mideyi tıkabasa doldurmak da doğru değildir. Çünkü o takdirde beden ve ruha dinlenme, rahatlama imkânı, vücut fabrikasına yıllık bakım ve tamir fırsatı verilmemiş, oruçtan beklenen netice ve fayda da te'min edilememiş olur.

Orucun vücut sağlığı açısından taşıdığı önemi Peygamberimiz hadîs-i şerîflerinde şu şekilde beyan buyurmuşlardır:

"Oruç tutun! Vücudunuz sağlam (ve sıhhatli) olsun."

"Her şey'in bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtı da oruçtur."

Yani, zekâtı vermek, nasıl malı ve malın pisliğini giderip temizliyorsa, oruç da vücudu temizleyip vücuttaki zehirleri, fazlalıkları bertaraf eder; insanı hastalıklardan kurtarır.

8 Eylül 2007 Cumartesi

Oruç...Ve Aç Durmak

Oruç ve aç durmak
Sual: Bazıları aç ve susuz durmanın ne faydası olur ki diyorlar.
Oruç tutmaktan maksat nedir?


CEVAP
Oruç, yalnız aç ve susuz kalmak değildir. Bir hayvanı veya inanmayan bir kimseyi bir odaya hapsedip aç, susuz bırakmakla oruç tutturulmuş olmaz. Orucun, sabır, şükür, nefs terbiyesi gibi diğer ibadetlerle irtibatı vardır. Onun için hadis-i şerifte, (Her şeyin bir kapısı vardır. İbadetlerin kapısı ise oruçtur) buyuruldu. (İbni Mübarek)

Sinir sistemimizin vücuttaki yeri çok mühimdir. Dil sinirleri felç olan konuşamaz. Bacaktaki sinirler felç olursa, insan yürüyemez. Sinirimizin bozulması nispetinde hayatımız, az veya çok tehlike içindedir. Siniri bozuk kimse, huzursuz olur, sabredemez. Cemiyetteki kavgaların, cinayetlerin çoğu sinirli olmaktan, sabredememekten ileri gelmektedir. Hadis-i şerifte, (Oruç sabrın, sabır da imanın yarısıdır) buyuruldu. (Ebu Nuaym)

Böylece orucun imandan olduğu görülmektedir. İmanlı olan da, imanının kuvvetine göre suç ve günah işlemez. Sinirine hakim olur. Her şeyin bir zekatı vardır. Vücudun zekatı ise açlıktır. Oruç tutarak aç kalanın arzuları kırıldığı için sabretmesi kolay olur. Oruç tutan aç durur. Aç durmak iyidir: Aç duranın basireti açılır. Anlayış kabiliyeti artar. Hadis-i şeriflerde, (Aç duranın idraki artar, zekası açılır) ve (Tefekkür, ibadetin yarısı, az yemek ise tamamıdır) buyuruldu. (İ. Gazali)

Çok yiyen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur. Çok yiyen sarhoş gibi olur, dimağı yorgunlaşır. Zekası, zihni dumura uğrar. Açlık, kalbde incelik doğurur. Hadis-i şerifte, (Az yiyenin içi nurla dolar ve Allahü teâlâ, az yiyip içen ve bedeni hafif olan mümini sever) buyuruldu. (Deylemi)

Açlıkta arzular kırılır, nefsimiz uysallaşır, serkeşliği kalkar. Çok yemek, gafleti doğurur. Azgın bir atı zaptetmek zor olduğu gibi, çok yedirmekle azan nefsi zaptetmek de zordur. Açlıkla terbiyesi kolaylaşır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İnsan kalbi tarladaki ekin, yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür.) [İ.Gazali]

Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, acın hâlini bilmez. Çok yiyen sert ve katı kalbli olur. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!) buyuruldu. (İmam-ı Gazali)

Sinirlerine hakim olan kimse huzurlu olur. Açlık, günah işleme arzusunu kırar, kötülük etmeye mani olur. Hadis-i şerifte, (Açlık ve susuzlukla nefsle cihad etmek, Allah yolunda cihad gibidir) buyuruldu. (İmam-ı Gazali)

Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur. Çok uyuyanın ömrü uyku ile geçtiği için dünya ve ahiret kazancına mani olur. Demek ki açlık, sinirleri uyanık, zinde tutar. Fazla tokluk ahmaklığa yol açar. Okuduğunu ezberlemesi ve hatırında tutması zor olur. Hadis-i şerifte, (Her gün bir defa yemek yenmesi itidaldir) buyuruldu. (Beyheki)

İki günde üç defa yemek yemenin normal olduğu bildirilmiştir. (Teshil-ül-menafi)

Hastalıkların çoğu çok yemekten ileri gelir. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır) buyuruldu. (Dare Kutni)

Az yiyenin vücudu sıhhatli olur. Hadis-i şerifte, (Oruç tutan sağlıklı olur) buyuruldu. (Taberani)

Çok yiyende acıma hissi azalır. Arzuları artar, harama dalar. Gayri meşru arzuları harekete geçiren yolları tıkamak gerekir. Açlık şeytanın yolunu tıkar. Hadis-i şerifte, (Şeytan, damardaki kan gibi, vücutta dolaşır, açlık ile yolunu daraltın) buyuruldu. (İhya)

Moralin mi Bozuk?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ. ADEM (Aleyküm Selam.)GİBİ 200 SENE TEVBE Mİ ETTİN ?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ.İBRAHİM GİBİ ATEŞE Mİ ATILDIN ?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ.ZEKERİYYA (Aleyküm Selam)GİBİ TESTEREYLE Mİ KESİLDİN ?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ.YUSUF(a:s)GİBİ KUYUYA MI ATILDIN ?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ.Muhammed(Aleyküm Selam)GİBİ TAİFTE TAŞLANDIN MI ?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ.Muhammed(Aleyküm Selam)GİBİ UHUTTA DİŞİN Mİ KIRILDI ?

MORALİN Mİ BOZUK
HZ.HAMZA (r.a)GİBİ BURNUN KULAĞIN MI KESİLDİ ?

HALA MORALİNİZ Mİ BOZUK ?
NE DÜŞÜNÜYOSUNUZ,DÜNYALIK İŞLER Mİ?
KENDİNİZE GELİN.........?

Cuma Günü Bayramdır

CUMÂ GÜNÜNÜN SÜNNETLERİ

Cumâ gününün 20 sünneti ve edebi vardır. Bunlar şunlardır:

1- Cumâyı Perşembe’den karşılamalıdır. Meselâ; yeni ve temiz elbiseyi hazırlamalı, işleri bitirip Cumâ’yı ibâdetle geçirmeye gayret etmeli.

2- Cumâ günü, Cumâ namazı için gusül abdesti almalı. (Bu gusül hakkında, farz diyenler de vardır.)

3- Başı tıraş etmeli. Sakalın bir tutamdan fazlasını ve tırnakları kesmeli ve beyaz giymeli.

4- Cumâ namazına mümkün olduğu kadar erken gitmeli.

5- Ön safa geçmek için, cemâatin omuzlarından aşmamalı.

6- Câmide namaz kılanın önünden geçmemeli.

7- Erken gidip birinci safta yer almalı.

8- İmam minbere çıktıktan sonra hiçbir şey söylememeli, ezanı da tekrar etmemeli.

9- Namazdan sonra, Fâtiha, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini 7 defâ okumalı.

10- İkindiye kadar câmide kalıp, ibâdet etmeli.

11- Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından anlatan âlimlerin dersinde bulunmalı.

12- Cumâ günü duânın kabul olduğu vakti aramalı, bunun için hep ibâdet etmeli.

13- Cumâ günü çok salevât-ı şerîfe getirmeli.

14- Kur’ân-ı kerîm ve Kehf sûresini okumalı.

15- Az veya çok sadaka vermeli.

16- Ana-babayı veyâ bunların ve sâlih Müslümanların ve evliyânın kabirlerini ziyâret etmeli.

17- Ev halkının yemeklerini bol ve tatlı yapmalı.

18- Çok namaz kılmalı, namaz borcu olanlar kazâ namazlarını kılmalı.

19- Cumâ gününü, ibâdetle geçirmeli.

20- İkindiden sonra, seccâde üzerinde elinden geldiği kadar; “Yâ Allah! Yâ Rahman! Yâ Rahîm! Yâ Kavî! Yâ Kadir!” deyip, sonra duâ etmelidir.

Mallarınızı Zekat İle Koruyun

Kur’an-ı kerimin çeşitli yerlerinde namaz ile zekat beraber bildiriliyor. (Namazı kılın, zekatı verin) buyuruluyor. (2/43)

Zekatın önemi büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah’a ve Resulüne inanan, malının zekatını versin!) [Taberani]
(Zekat vermekle müslümanlığınız mükemmel hâle gelir.) [Bezzar]

(En faziletli ibadet namaz, sonra zekattır.) [Taberani]
(Hastalarınızı sadaka ile, mallarınızı zekat ile koruyun!) [Deylemi]
(Allahü teâlâ, malınızın temizlenip güzelleşmesi için zekatı farz kıldı.) [Hakim]

Zekat vermeyen büyük günah işlemiş olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Zekat vermeyen kimseye Allahü teâlâ lanet eder.) [Nesai]
(Zekat vermeyen, temiz malını kirletmiş olur.) [Taberani]
(Zekat vermeyen kimse, kıyamette ateştedir.) [Taberani]

(Zenginlerin zekatı fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ onlara ayrıca nafaka verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir.) [El-Askeri]

[Eli ayağı tutup da, çalışabilenlerin zekat istemesi haramdır. İstemediği halde, kendisine zekat verilirse, alması günah olmaz. Zekat, çalışamıyacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ böyle fakirleri de milletin içinde kırkta bir yaratmıştır.]

(Zekat vermeyen bir toplum, rahmetten, iyilikten mahrum kalır. Hayvanlar da olmasa, hiç rahmet görmezlerdi.) [Taberani]

(Zekatı verilmeyen mallar, karada, denizde telef olur.) [Taberani]
(Zekatını veren o malın şerrinden korunmuş olur.) [Beyheki]
(Zekat vermeyenin namazı kabul olmaz.) [Taberani]

[Zekat vermemek büyük günah olduğu için, böyle günahkârın kıldığı namaz, sahih olup borcu ödenirse de, namazdan hasıl olacak büyük sevaba kavuşamaz. Her günah da böyledir.]

Peygamber efendimiz, (Zekatı verilmeyen mallar, yılan olup sahibinin boynuna dolanır) buyurduktan sonra, şu mealdeki âyet-i kerimeyi okudu:
(Allah’ın ihsan ettiği mallarda cimrilik edenler [o malların zekatını vermeyenler], iyi ettiklerini [zengin kalacaklarını] sanıyorlar. Halbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar, o mallar Cehennemde, [yılan şeklinde] boyunlarına dolanacak [onları sokacak].) [Âl-i İmrân 180 - İbni Mace]

Bu acı azaplardan kurtulmak için, malların zekatını, tarla mahsullerinin, sebzelerin, meyvelerin uşrunu vermek şarttır.

Zekat kırkta bir, uşur onda bir verilir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Altın ve gümüşü [malı, parayı] biriktirip Allah yolunda harcamayanlara [zekatını vermeyenlere] çok acı azabı müjdele! [Zekatı verilmeyen mallar] paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sahiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına [mühür basar gibi] basılacaktır. Bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Biriktirdiklerinizi [azabını] tadın denilecektir.) [Tevbe 34, 35] (Parantez içindekiler, tefsirlerdeki açıklamalardır.)

Fakire verilen altın, onu zengin edecek kadar fazla olmamalıdır. Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekat vermek mekruh olarak caizdir. 10 gr altın kadar borcu var ise, 100 gr altını alması mekruh olmaz. Altın ile gümüş, ne niyetle saklanırsa saklansın ticaret eşyası kabul edilir. Nisap miktarı ise zekatı verilir. “Ev, araba almak için biriktirilen paranın bana göre zekatı olmaz” diyenlere itibar edilmemelidir.

6 Eylül 2007 Perşembe

Dinden Çıkaran 99 Söz Ve Hareket

1- Allahın varlığı hakkında insanda meydana gelecek en ufak bir şüphe ve tereddüt.

2- Allahın cisim olduğunu düşünmek ve hayalinde canlandırmak.

3- Cenab’ı Hakkın sıfatlarından herhangi birini insanların sıfatlarına benzetmek. (Mesela Cenabı Hakk’a dil ve ağız gibi mahlukatın hassalarından olan azalar hayal etmek)

4- Allah’ı bir şeye hulûl etmiş olarak kabul etmek.

5- Cenab’ı Hakka analık, babalık veya oğulluk isnad etmek. Haşa "Allah Baba" demek veya "Her şeyi yaratan Allah ama Allah’ı yaratan kim" (!) gibi sözler söylemek veya bunları kalbinden geçirmek. (Cenabı Hak Yaratan varlıktır. Yaratılan varlık değildir)

6- Peygamberlere yalancılık isnadında bulunmak

7- Peygamberlerden herhangi birini inkar etmek.

8- Peygamberlere günah isnadında bulunmak

9- Peygamberlerin yüksek terbiye ve ilimlerini Allah’ın yetiştirmesiyle değil de, bir insanın yetiştirmesiyle olduğunu sanmak.

10- Meleklerden her hangi birini inkar etmek.

11- Meleklere erkeklik dişilik isnadında bulunmak.

12- Hakkında ayet olan herhangi bir mücizeyi inkar etmek

13- Tevatur yoluyla sabit olan ayın yarılması ve mirac hadisesi gibi mücizeleri inkar etmek.

14- Kur’an-ı Kerim’in bir ayet veya bir cümlesini inkar etmek.

15- Kur’an-ı Kerim’de en ufak bir noksanlık düşünmek ve "kifayetsizdir" diye bir fikre sahip olmak.

16- Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinden ve kanunlarından daha üstün kanun ve hükümler olduğunu iddia etmek veya düşünmek, veya hutta ileri bir zamanda böyle bir fikre sahip olabilirim diye düşünmek.

17- Kabir sualini ve azabını, öldükten sonra dirilmeyi inkar etmek veya şüphe ile karşılamak.

18- Hesap gününü, sıratı, mizanı, cennet ve cehennemi inkar etmek.

19- Cennet nimetleri veya Cehennemin azabı hakkında şüphede bulunmak, inkar etmek "Allah hiçbir kuluna azap etmez" demek.

20- mü’minlerin ebediyyen Cehennemde kalacağını söylemek.

21- Her hangi bir farzın bir cüz’ünü veya tamamını inkar etmek, Mesela: "5 vakit namazdan öğle veya ikindi namazları bu devirde kılınmaz, farz olamaz" demek veya düşünmek.

22- Faizi, insan öldürmeyi, günah ve haram kabul etmemek.

23- İslam dinini mühimsememek ve hor görmek.

24- Herhangi bir kâfiri mü’minden üstün görmek.

25- Haramlardan birini helâl adetmek veya ayetle sabit bir haramı inkar etmek.

26- Sahabelerden her hangi biri hakkında münafık, mürai (iki yüzlü), kâfir diye düşünmek.

27- Bir mü’mini imanından dolayı hakir görmek veya bir kâfiri küfründen dolayı üstün görmek.

28- İslamiyetin dünya saadetine engel olan bir din olduğunu söylemek veya düşünmek.

29- Bir mü’mini küfürle suçlamak.

30- Küfrü icap ettiren her hangi bir şeyi kendi isteğiyle hatırından geçirmek.

31- Üzerinde ayet yazılı her hangi bir şeyi kasten kirletmek veya pisliğe tutmak.

32- "Müzik aletlerinden birini çalarak Kur’an okumak"

33- "O adam peygamber olsa gene inanmam"demek.

34- "Peygamber gelse gene kabul etmem" demek.

35- "Allah olsan ne yapabilirsin sen bana" demek.

36- "Allah’ ımı inkar edeyim bu böyle" demek.

37- "Ne olur şu güzelim şarap haram olmasaydı" demek.

38- "Namaz kılmam, kılmayacağım" demek.

39- Allahın emir ve yasaklarından ve kanunlarından biriyle alay etmek, (mesela alaylı alaylı : Hırsızlık mı yaptın uzat kolunu, adam mı öldürdün uzat boynunu" diyerek istihza etmek veya istihza edenin gülmesine gülerek mukabelede bulunmak.

40- Küfrü icabettiren bir söz söylendiğinde onu gülerek karşılamak.

41- "İslam dini efsane ve hurafeden ibarettir" demek.

42- Ruhların kalıptan kalıba geçtiklerine inanmak.

43- Peygamberimizden sonraki hiristiyan ve yahudileri mü’min kabul etme, onların da dini haktır diye itikat etmek.

44- Kur’anın kanunlarını Allahın kelamı diye değil de akla, mantığa, ilme ve felsefeye uygundur diye kabul etmek.

45- Bir kâfire karşı muhabbet etmek. (Bu hususa bilhassa taassup derecesinde her hangi bir fıkraya fikren angaje olan kimseler dikkat etmelidir. Hele hele her şeyin sahtesinin çıkktığı günümüzde pek öyle zahire ve elfaza kapılarak hemen. "iyidir, aradığımız ve beklediğimiz olsa olsa budur" diye körü körüne birine sevgi beslememek lazımdır. Çünkü dış memleketlerden konmuş casuslar bir memleketin en yüksek idari mevkilerini işgal edebiliyorlar ve yükselebiliyorlar. Bu türlü bir sevgi dahi kişinin imanını götürür.)

46- Uzun müddet küfre hizmet etmiş ve müslümanlığa zararı dokunmuş birisini sevmek, onu desteklemek ve hakkında Allah razı olsun diye dua etmek.

47- Ölmüş bir kâfire veya İslam dinine kötülüğü dokunmuş birine "Allah rahmet eylesin" demek.

48- Kafirlerin öteden beri kendilerini müslümanlardan ayırmak için kullandıkları Haç, zünnar (v.s) gibi alameti küfür olan şeyleri takmak veya giymek.

49- Allah’ın ve dininin düşmanlarını taklit etmek, onların hallerini, tavırlarını kendisine örnek ittihaz etmek.

50- İbadetlerinde Cenabı Hakkın rızasından başkalarının hoşnutluğunu gözetmek ve başkalarının görmeleri için kulluk etmek.

51- Kendisi veli olmadığı halde velilik iddiasında bulunmak.

52- "Bu gün Kur’an-ı Kerimle dünya idare edilemez" demek veya diyen birine "doğru söylüyor" demek.

53- Allah’a (cc) peygemberimize ve peygamberlerden herhangi birine, dine veya kitaba sövmek, hakaret etmek veya söven, hakaret eden birine sevgi beslemek o anda onun yüzüne gülmek.

54- Ağıza veya göze sövmek, küfretmek.

55- Nazar değmesin diye bir şeye boncuk takmak (Allah’tan gayri bir şeyden ümit beklemek)

56- Allah dostlarından her hangi bir veli’ye düşmanlık etmek, çalışmalarını baltalamak.

57- Şeriat, dini aykırılıkları bulunmayan ve Allah’ın dinini yaymağa çalışan bir topluluğa, Kur’an’ın şeriatın öğretildiği bir müesseseye düşmanlık etmek ve onların çalışmalarını baltalamak.

58- Bir kâfirin dünyalık bir iyiliğinden dolayı cennete gireceğine kail olmak ve mesela "insanlığa bu kadar iyiliği dokunup da cennete giremiyecek olursa ben de cennet’e girmem" demek.

59- Her hangi bir sünneti ittihaz etmiş bir mü’mine "sana hiç yakışmamış" demek. (Mesela sakal ve bıyık)

60- Hakkında nas (Ayet-Hadis) olduğu açıkça bilinen, ayrıca icma ve selefi salihiyn efendilerimizin, Şah’ı Nakşi Bendi Abdulhaliki Gucduvani, İmamı Rabbani ve daha binlerce İslam büyüklerinin kail oldukları, kabul ettikleri Rabıta hakkında ileri geri laf etmek ve küfürdür, demek.

61- "Peygamber gelse kararımdan beni caydıramaz" demek.

62- "Bu işin inşAllahı maaşAllahı yok artık" demek.

63- "İşte küfrün adını günah koymuşlar. böylelerine küfür sevaptır" demek.

64- "Oruç tutup namaz kılmak neye yarar benim kalbim temiz" demek ve farzları hafife almak.

65- "İslam dini dünya işlerini geriletmiştir" demek.

66- Melaike-i kiramdan herhangi birine günah isnadında bulunmak (Harut ve Marut gibi)

67- Hastalanmayan birisine: "Seni Allah unuttu" demek.

68- Gelecekten haber verdiğini iddia eden kimseyi tasdik etmek doğru söylüyor demek.

69- "Eğer bu işi ben yapmış isem kâfirim" demek.

70- Yalan olduğunu bildiği halde "Allah biliyor ki seni oğlumdan daha çok seviyorum" demek.

71- "Allahım! rahmetini bana vermekle cimrilik etme" demek.

72- "Allah’ın hiç işi kalmamışta bu gibi şeyleri mi yaratıyor" demek.

73- "Allah falan kuluna şu kadar veriyor bana ise şu kadar veriyor. Bu adalet midir" demek.

74- "Ben bu kadar iyilikte ve hayırda bulunuyorum bütün belalar yine bana geliyor. Falan kimse ise her çeşit kötülüğü yapıyor paşa gibi yaşıyor; bu nasıl adalet" demek.

75- "Cinleri olacakları biliyor" demek.

76- "Eğer ahirette Allah hakkı ile hükmederse senden hakkımı alırım" demek.

77- "Falan kimse peygamber olsa idi ben iman etmezdim" demek.

78- "Eğer Adem Aleyhisselam buğdaydan yemese idi biz eşkiya olmazdık" demek.

79- "Falan kimse peygamber olsa idi yine de yalan konuşurdu" demek.

80- Birisini döverken "dövme" denilse o da "Gökten dövme diye ses gelse yine bırakmam" demek.

81- Kur’anın Arapça olmayıp başka bir lisanla olduğunu iddia etmek.

82- Kur’anın bazı ayetlerini alaya almak ve mesela "Ben namazımı yalnız kılarım. Çünkü Allah ’İnnessalate tenhâ’ buyurur" demek.

83- Namaz kıl diyen kimseye: "Sabret Ramazan gelsin kılarız" demek.

84- Zikirlerle alay etmek.

85- Bir günahı işlerken besmele çekmek.

86- Abdestsiz olarak bilerek namaz kılmak.

87- "Eğer Allah Cenneti bana verse, sensiz girmem" demek.

88- "Falan adamla Cennete bile girmem" demek.

89- "Falan kimse kıble olsa o tarafa yüzümü çevirmem" demek.

90- Hırıstiyan veya Yahudi, yahut başka din üzere ölenlerin azab göreceklerine inanmamak.

91- "Ramazan bitti artık namazı rafa koydum" demek.

92- Alim kıyafetine bürünüp yüksek bir yere çıkarak alay tariki ile konuşma yapmak veya böyle yapan kimsenin hareketlerine gülmek.

93- Boşanma hakkında : "Ben talak malak bilmem" demek.

94- "Hırıstiyanlık Yahudilikten daha hayırlıdır" demek.

95- Yakını ölen kimsenin. "Ey Allahım! Biz şimdi ne yapacağız sen niçin böyle yaptın" diyerek sitemde bulunmak.

96- Meşru bir sebep olmadığı halde bir kimse için "Şu adamın kanı helaldir ve mübahtır" demek.

97- "Allahü Teâlâ falan kimseyi vaktinden evvel öldürdü ve vakitsiz gitti" demek.

98- Yabancı bir kadına bakıpta : "Güzele bakmak sevaptır" demek.

99- Ahiretten bahseden kimseye . "Ordan haber veren kim? Oraya gidip gelen var mı?" demek. Günah işleyen bir kimseye "Tövbe et" denildiğinde "Ben ne yaptımda tövbe edeyim" demek

Kalbi Karartan İşler

Sual: Kalb ve yürek aynı şeyler midir? Kalbi temizlemek için ne yapmak lazımdır?
CEVAP
Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değildir. Buna, yürek denir. Yürek, hayvanlarda da bulunur. Kalb, yürekte bulunan bir kuvvettir. Görülmez. Ampulde bulunan elektrik cereyanı gibidir. Buna, kalb veya gönül diyoruz. Gönül, insanlarda bulunur. Hayvanlarda bulunmaz.

Bedendeki bütün organlar, kalbin emrindedir. His uzuvlarımızın duydukları bütün bilgiler kalbde toplanır. İnsanın, inanmak, sevmek, korkmak, kalbindedir. İman eden ve kâfir olan kalbdir. Güzel, iyi ahlakın ve kötü huyların yeri kalbdir.

Kalbi temizlemek için riyazet ve mücahede gerekir.
Riyazet, nefsin arzularını yapmamaktır. Nefsimiz, dinimizin yasakladığı haramları, mekruhları arzu eder. Bunlardan kaçmak gerekir.

Mücahede, nefsin istemediği şeyleri yapmak demektir. Nefsimiz, iyilik ve ibadet yapmak istemez. İyilik ve ibadet ederek kalbi temizlemelidir!

Allahü teâlâ, dinleri, Peygamberleri, kalbi temizlemek için gönderdi. Kalbi temiz olan, dinimizin emirlerine uyar, yasak ettiklerinden kaçar.

Günah işleyenlerin kalbi temiz olmaz. Günah kalbi karartır. Namaz kılmamak en büyük günahlardan biridir. Namaz kılmayanın, içki içenin kalbi çok kararmış demektir.

Müminlerin kalbi temizdir. Fasıkların kalbi kirlidir, karadır. Kâfirlerin kalbi ise kapkaradır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Müminin temiz kalbinde parlayan bir ışık vardır. Kâfirin kalbi simsiyahtır.) [Taberani]

(Günah işleyenin kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Eğer tevbe ederse, o leke silinir. Tevbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke büyür ve kalbini kaplar, kalb kapkara olur.) [Harâiti]

(Günaha devam edenin zamanla kalbi mühürlenir, o artık sevap işleyemez olur.) [Bezzar]

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlânın emirlerini yapmamak kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, dine tam inanmamaktır. İmanın alameti, dinin emirlerini seve seve yapmaktır.

Kalb, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi veya Allah sevgisi bulunur. Allahü teâlâyı anarak, ibadet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar.

Günah işleyince, kalb kararır, hastalanır, dünya sevgisi yerleşir ve Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Bir bardaktaki hava çıkmadıkça içine su girmez. İçine su koyunca da, bu suyu çıkarmadan başka şey koyulmaz. Kalb de bardak gibidir. Kalbi Allah sevgisiyle doldurmak için, başka her şeyi, her sevgiyi kalbden temizlemek gerekir.

Her hastalık zıddı ile tedavi edilir. Günah sebebi ile kararan kalb, iyilik nuru ile temizlenir. Geçim ihtiyacından dolayı gelen her sıkıntı, müslümanın kalbini dünyadan soğutur ve nefret ettirir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle günahlar vardır ki, onları ancak geçim hususunda çekilen sıkıntılar yok eder.) [Hatib]
O halde, helal kazanmak için geçim için sıkıntılara katlanmak nimet olur.

Kararan kalbi temizlemek
Kalbi temiz olan hep iyi işler yapar, kalbi bozuk olan da, kötü işler yapar. Hadis-i şerifte, (Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur) buyuruldu. O halde kalbi karartmaktan sakınmalıdır.

Zünnun-i Mısri hazretleri buyurdu ki: Kalbin kararmasının dört alameti vardır:
1- İbadetin tadını duymaz.
2- Allah korkusu hatırına gelmez.
3- Gördüklerinden ibret almaz.
4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlayıp kavrayamaz.

Namaz kılmayan ve günah işleyen kimsenin kalbi kararır, hasta olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Çok gülmek kalbi öldürür.) [Tirmizi]
(Üç şey kalbe kasvet verir: Yemeği, uykuyu ve rahatı sevmek.) [Deylemi]
(Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!) [İ.Gazali]

(Haram karıştırmadan, kırk gün helal yiyenin kalbi nurla dolar. Kalbine nehir gibi hikmet akar. Dünya sevgisi kalbinden çıkar.) [Ebu Nuaym]

Muhammed Parisa hazretleri buyuruyor ki:
İnsanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan yol kalbdir. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin en zararlısı dünya sevgisinin kalbi karartmasıdır. Kalbi kararan dünyayı [faydasız şeyleri] sever. Dünya sevgisi, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz ve zararlı şeyler seyretmekten hasıl olur. Faydasız kitap, [roman, hikaye, gazete, dergi] okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi arttırır. Kadınlara bakmak, kadın resimleri [resimli dergi, filmler, tv] seyretmek, şarkı, çalgı dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır.

Malı, makamı ve Allah’tan gayrisini sevmek ve günah işlemek, kalbi temizlemeye engeldir. Kalbin temizlenmesi, İslamiyet’e uymakla olur. Namaz kılmak, kalbi temizler. Kur’an-ı kerim okumak ve ölümü çok hatırlamak günah işleyince, hemen tevbe ve istiğfar etmek ve oruç tutmak kalbi temizler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Paslanan her şeyin bir cilası vardır. Kalbin cilası "Estagfirullah" demektir.) [Deylemi]
(Her ay 3 gün oruç tutanın kalbinin pası temizlenir.) [Nesâi]

(Kalb, ekin; yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla yemek de kalbi öldürür. Kalbini az gülüp, az yemekle ihya et, açlıkla temizle ki yumuşayıp parlasın!) [İ.Gazali]

(Rutubette demirin paslandığı gibi, günah kiri kalbi paslandırır. Kalbin cilası ölümü çok hatırlamak ve Kur'an-ı kerim okumaktır.) [Beyheki]

O halde kalbi temizlemek için günahlardan kaçarak dinimizin emirlerine uymamız gerekiyor.

Cenab-ı Allah'ın Güzel İsimleri

ESMÂÜ'L-HÜSNÂ

Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.



Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.

Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.


Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);

"De ki: "İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır '' (el-İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur

Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve hadislerde gecen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır:


1) ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir.

2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan Rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.

3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez. "Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz. "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız. Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir. O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O halde "Rahman" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır.

4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır. Rahman ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:

a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'l ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri kapsar.

b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir.

c) Rahman sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir yardım ifade eder. Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından mükâfatlandırılacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Rahman sıfatının ifade ettiği mânâda mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği manada ise, mü'min ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır.

5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O'na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır. O yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegane hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan tek Allah'tır..

6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve acizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl sahibi anlamında. Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (el-Haşr, 59/23; el-Cum'a, 62/1).

7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır. Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her türlü eksikliklerden uzaktır. Buna göre dünyadan ve ahiretten emin olmak isteyenleri ve kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (el-Haşr, 59/23).

8) el-MÜMİN: Allah'ın iman ve güven veren her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir. Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir. Bu bakımdan her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır.

9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir.

10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olduğu manasına gelir. Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı Allah'tır.

11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır. Ayrıca Allah'ın yarattıklarının tümünü kendi iradesine mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin hükmüne karşı gelinemeyen yaratıcı olduğu anlamınada gelir. Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır. Çünkü Allah, bildirdiği emir ve yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır. Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır. Allah, insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır.

Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez. Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olacaklardır. Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık düşünülemez. "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (Âlu İmrân, 3/83).

12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı olduğu anlamındadır. Büyüklük O'nun hakkıdır. Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı yoktur. Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak manada büyüklüğün tek sahibidir. Hiçbir insan için bu mânâda bir büyüklükten söz edilemez. Kendilerini büyük sanan nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri imkân imkânsız olan bir gerçektir. Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir. Bu gerçek karşısında insanlar hangi büyüklükten söz edebilirler?..

13) el-HÂLİK: Allah'ın yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır. Yaratmak ise bir şeyi var etmek, hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir. Bu manada Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Herşeyi yaratan O'dur. İnsanların ortaya koydukları şeyler yaratma değildir; var olanlardan yeni bir şey elde etmektir. Allah, yaratandır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise yaratılmıştır.

14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi mânâsındadır. Şüphesiz varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır.

15) el-MUSAVVİR: Allah'ın yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir.

16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir. Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır.

17) el-KAHHÂR: Allah'ın ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu manasına gelir. Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz. Ama serbest iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak verecektir. Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur.

18) el-VEHHÂB: Allah'ın çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir. Hak sahibi olmadıkları halde yarattıklarına çok çok verendir.

19) er-REZZÂK: Allah'ın bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifade eder. Her canlı için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır.

20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran manasına gelir. Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların islerini kolaylaştıran, bütün zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır. Her işinde üstün gelen O'dur.

21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek yaratıcı olduğu manasını ifade eder.

22) el-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık oldu
Bu anlamına gelir.

23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı olduğunu ifade eder. Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve rahmetiyle muâmele etmektedir.

24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir.

25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir. Gönülleri iman ve irfan ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır. Her yönüyle yüce ve yüksek olan O'dur.

26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir. Yalancılığa, samimiyetsizliğe itibar etmez.

27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir eden anlamına gelen bir sıfat isimdir.

28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvve tine sahip olan ve işitme gücünü verendir. O, hiçbir şartla ve kayda bağlı olmaksızın işitir.

29) el-BASÎR: Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren anlamını taşır.

30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden anlamına gelir.

31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme razı olmayan, zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (el-A 'raf, 7/85; Yûnus, 10/109; Yûsuf, 12/80).

32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (el-En'âm, 6/103).

33) el-HABÎR: Herşeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle haber sahibi bulunan, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği halde bunu acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır.

36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir.

37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapandır.

38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. Herşey O'nun hükmü ve emri altındâdır.

39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir.

40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır.

41) el-MUKÎT: Rızıkları yaratıcıdır.

42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (el-Ahzâb, 33/39).

43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. Sıfat ve-isimleriyle her türlü büyüklük kendine ait olandır.

44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getirendir.

45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alandır (en-Nisâ, 4/1).

46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (el-Bakara, 2/186).

47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır. Yarattıklarına maddi ve manevigenişlik verendir (el-Bakara, 2/247).

48) el-HAKIM: Herşeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır.

49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, salih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegane lâyık olandır. Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (Hud, 1 1/90).

50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73).

51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir. İhtiyaçlarma göre insanlara peygamberler gönderendir.

52) eş-ŞEHÎD: Herşeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapandır.

53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (el-Hacc, 22/6).

54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım edendir; İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır.

55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır. Herşey O'nun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür; O'na boyun eğmek zorundadır.

56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş O'na zor değildir.

57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani müminlerin dostu (velisi) olup onlara yardım ederek işlerini yönetendir.

58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir. Bütün varlığın diliyle övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır.

59) el-MUHSÎÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle bilendir.

60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.

61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır. O'ndan başka yaratıcı olamaz.

62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir. O'nun öldürdüğüne kimse hayat veremez (Fussilet, 41/39)

63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır.

64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır.

65) el-KAYYÛM: Baki ve ebedi olan; her şeyin O'nun kudret ve iradesiyle varlığını sürdürebildiği tek varlıktır (el-Bakara, 2/250; Âlu İmrân, 3/1).

66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratandır. O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez.

67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı-dengi ve benzeri bulunmayandır.

68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulandır.

69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olandır. Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (el-Bakara, 2/20).

70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf edendir.

71) el-MUKADDİM: Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır.

72) el-MUAHHİR: Herşeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip arkaya bırakan, istediğini geri koyandır. Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır.

73) el-EVVEL: Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayandır.

74) el-AHİR: Herşey son bulunca O, var olarak kalacaktır. Varlığının sonu yoktur.

75) ez-ZÂHİR:Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır. Her yaratık yaratanının görülen bir şâhididir.

76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir. (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi).

77) el-VALÎ: İdare eden bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir. İdare etme yeteneği O'nundur.

78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık... Bilinenlerin en üstün olanı... Akım yaratılmışlarda mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır.

79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismidir. İyiliği ve ihsânı çoktur. İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır (et-Tûr, 52/28).

80) et-TEVVÂB: Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı verendir. Samimi olarak günahlardan dönüp tövbe edenleri bağışlayandır.

81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adaletiyle yargıla***** lâyık oldukları cezaya çarptıran demektir.

82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları bağışlayandır.

83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak davranandır.

84) MALİKÜ'L-MÜLK: Herşeyin tek sahibi, her ne varsa O'nundur. Herşey üzerinde mutlak tasarruf yetkisi sadece O'na aittir. O h;llde Ondan başkasına kulluk edilmez.

85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir. İkrâm ve ihsân edicidir. Hürmet ve saygıya yegane lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır.

86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır.

87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda ve istediği yerde toplayandır.

88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan sözedilemeyendir.

89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır. İnsanlara iyilikle muamele edip onları himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir.

90) el-MÂNİ': Herşey O'nun emir ve korumasına bağlıdır. O'nun emri olmadıkça hiçbir şey olamaz. İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur.

91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir.

92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidayet yaratan; istediğini iyi işlerde başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir.

93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri varedendir. Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur. Hayret verici âlemleri yoktan var eden, icad eden O'dur.

94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır. Sonu olmayandır. Allah'ın varlığının sonu yoktur.

95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, varisidir. Servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır.

96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren: İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir. Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip, dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır.

97- es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir.

98- ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır. Yüce Allah, zarar veren şeyleri yaratmıştır. Fakat onlardan zarar görmemizi değil, akine maddi-manevi bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir.

99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır. Bütün olaylar sebepleriyle meydana geliyorsa da, sebepler yok'u var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır.

Allah'ın zâtı, bir: güzel isimleri (esmâü'l-hüsnâ) ise çoktur. Allah'ın doksan dokuz ismi hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir. İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)'den naklettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.)'den şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor:

"Yüce Allah'ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır. (yani doksandokuz). Kim onları sayarsa cennete girer. O tektir, tek 'i sever. "